Kariyer ve İş İlanlarıMakaleler

Beyaz Yakalılar Kimdir?

Beyaz Yakalılar

Bir atasözü vardır, “Her kuş kendi türüyle uçar,” diye. İşte bu beyaz yakalılar da senin türlerin. Hayatın boyunca bunlarla birlikte olacaksın; iş hayatında da, özel hayatında da…

Bir beyaz yakalının bir mavi yakalıyla bir hafta sonu buluşup, mesela sinemaya gitmesi görülmüş şey değildir. Senin de tüm yüksek hedeflerin ve parıltılı ideallerinle bu tip saçmalıklara kalkışmayacağından emin olduğumuza göre, yolculuğumuza devam edelim.

beyaz yakalilar

Kimdir bu beyaz yakalılar?

Mavi yakalılar uzun dönem erlere denk gelirler dediğimize göre, beyaz yakalılara da askerliği asteğmen veya kısa dönem yapmış kişilerdir, diyebiliriz.

Sakın BeyazYalaka’lığı sıradan bir memurluk olan “beyaz yaka” ile karıştırma. Aman ha! Şanına yakışmaz bir defa…

Memur diye, evden kumanya getiren, bir ömür aynı şirkette çalışıp sömürülen ticaret lisesi mezununa denir. Senin ne alakan var onunla!

Beyaz Yalaka, aileden gelme “beyazlığını” aldığı diplomayla pekiştirmiş, ruhunda yüksek zirvelerin fırtınaları esen ve bu uğurda tüm değerlerini ayakları altına almaya hazır profesyonel yöneticiye denir.

Öğlenleri, “lanç taym”da birlikte -veya hiç değilse aynı restoranda- yemek yediğin, aynı pisuvara işediğin, hatta işerken futbol üzerine geyikler yaptığın adamlardır.

Beyaz Yalaka mesai arkadaşların da büyük olasılıkla -tıpkı senin gibi- kendi senaryolarını oynuyorlardır ve o senaryolarda da başrol elbette kendileridir.

Sen nihai amacın için çalışırken ve günlük işlerini yürütürken karşılaşacağın çıkar çatışmalarının ve tartışmaların nedeni işte budur: rollerin çakışması ve çatışması.

Herkesin başrol oynamaya çalıştığı bir tiyatrodan hayır gelir mi?

Hiç kimse, “Benden iyi bir ikinci adam, üçüncü adam olur,” demez. Herkesin gözü en tepededir. Bu yüzden işyerinde edineceğin sözde arkadaşlarının, seni zirve yolunda destekleyeceklerine ve sen zirveye vardığında da seni samimiyetle alkışlayacaklarına inanma. Neticede zirveye çıktığında ezeceğin kişiler onlar olacak.

Kimse, kendisine tecavüz etmeye yeltenen bir adama prezervatif hediye etmez! (Sadece, tecavüz kaçınılmaz olduğunda belki bu durumdan istifade etmeyi deneyenler çıkar, hepsi bu.)

Birçok kişisel gelişim uzmam ve yaşam koçu sana beyaz yakalı diğer mesai arkadaşlarınla diyaloglarında kontrollü olmayı ve ikili ilişkilerinde de sabırlı olmayı tavsiye ederler.

Hiç de öyle değil.

Sonuna kadar agresif ol.

Agresif olmak seni güçlü gösterecektir. Nasıl, “Bir adama kırk kez deli dersen delirir,” diye bir söz varsa, sürekli olarak güçlü gözüken birine de er geç o “gücü” teslim ederler.

Bir kere o gücü elde ettikten sonra ise işin kolaylaşır. Zira insanlar daima güce tapar ve güçlü olanı takip ederler. Ne kadar haksız ve adaletsiz bir güç kullanımı olursa olsun, kimse güçlü bir insandan nefret etmez. Hiç kimse güçlü bir insanın karşısına çıkmak istemez. Tam aksine, o güçlü imajınla şirketteki en sevilen, sempati duyulan, saygı gören (ve tabii ki dişiler tarafından en çok arzulanan!) adam olursun.

İşte bu yüzden, agresifliği asla elden bırakmamalısın.

Agresifliğinin duruma-göre dereceleri, dozunun artırılması, azaltılması gereken koşullar olacaktır elbette fakat nihayetinde bu saldırganlık mutlaka işe yarayacaktır.

Seri katillere dikkat ettin mi hiç?

Kurban olarak seçtikleri kişilere bir bak: savunmasız kadınlar, kendini koruyamayacak kadar küçük çocuklar, güçten düşmüş yaşlılar…

Hiç kurban olarak ağır sıklet boksörlerini seçen veya kafayı grekoromen güreşçilere, karate şampiyonlarına takan bir seri katil gördün mü?

Görmedin.

Peki ama neden?

Basit, çünkü hiçbir seri katil, daha ilk iş deneyiminde “seri maktul” olmak istemez! Hedef daima güçsüzlerdir. Öldürmeye en zayıf ve en güçsüz olandan başlar, sonra yukarılara doğru çıkar.

“Mesai” kabilesinin zirve için kapışan BeyazYalaka’ları da daima zayıfları gözlerine kestirirler. Sataşma ve şakayla karışık başlayan üzerine oynama stratejileriyle sürekli birbirlerini yoklar, bu şekilde zayıf olanı tespit edip üzerine gitmeye başlarlar.

Asla gardmı düşürme, asla geri çekilme. Her atağa karşı çıkarabileceğin bir kontra müdahalen olmalı.

Hatta madem bu yola baş koydun ve ne yapıp edip şirketteki en yenilmez tartışmacı, en karizma adam, en başarılı yönetici olacaksın, gerekirse evde aynanın karşısına geçip hazırcevaplık ve vücut duruşu üzerine çalışmaktan dahi gocunma. Bu konuda örnek arıyorsan da son bakman gereken şey, kişisel gelişim kitaplarındaki çizimlerdir.

Benim tavsiyem, vücut dili ve duruş konusunda geçmişin güçlü liderlerinin resimlerini incelemen yönünde olacak.

Bir iş yemeği sırasmda, “bakalım ne olacak” diye, Atatürk’ün yabancı devlet adamlarıyla dolu bir yemek masasında resim çekinirken verdiği pozun aynısını vermeyi denemiştim: Ellerim, omuzlarımın şekli ve yüz ifadem bire bir Mustafa Kemal’in taklidiydi. Sonuçta Facebook sayfama koyduğum bu resim, kızlardan en çok beğeni alan resim olmuştu.

Sonuçta tercih senin! O çizimlerdeki ruhsuz adamları, kurabiye kafalıları görüp de hâlâ “vücut dili” isimli kitaplardan çalışmaya devam edeceksen, kolay gelsin.

***

Şirket içindeki agresifliğin türleri var demiştik. Bu türlerin en güzeli, “mahsuscuktan” yapılan agresifliktir.

Becerebilirsen tabii!

Çünkü agresiflik, gerçekten içerisinde bulunduğun her an sana da zarar veren bir ruh halidir. Erken yaşta yıpranırsın ve kısa zamanda antidepresan manyağı olur çıkarsın. Sürekli bir bel ve sırt ağrısı, seni yaşayan bir ölüye çevirecek kapkara bir uykusuzluk belası, midendeki dinmek bilmeyen yanma ve sancıların eşlik ettiği ülser ise, bitmeyen sinirinin sana diğer hediyeleri olacak.

O zaman ne yapman lazım?

Rol.

Bir filmde nefes nefese kalmış bir adamı oynamak durumunda olan genç bir aktör, kendi kendine “dahice” bir yöntem bulur: En gerçekçi oyunculuğu sağlamak için^ zamanlamayı tam sahnenin çekileceği anda sete girec şekilde ayarlayarak- otoparktan depara başlayacak, see kadar gerçekten de koşarak gelecektir.

Genç oyuncu sahnenin çekiminde amacına ulaşma’1″ na ve gerçekten nefes nefese kadraja girmeyi başarması13 rağmen, partnerinin bir hatası sebebiyle sahne tekrarlar11″‘ Bir iki derken üçüncü tekrardan sonra ondan daha deıe” yimli olan partneri dayanamaz ve koşmaktan artık bi1JP düşmüş bu genç adama tarihi nasihatini verir:

“Sen oyuncu değil misin?! Biraz da rol yapmayı deııe sene?”

Çok basit değil mi? Hayatın bir rol zaten. Burada daro yapmalısın.

Kimse senin canım sıkamaz. Kimse senden daha öne’11” li değildir. Kıçı kırık biri yüzünden neden sinir hastası < sın ki?

İşte bu yüzden, sadece sinirlenmiş gibi görünmen terli. Ama bunu gerçekten çok çok iyi yapmak için min11 ~ lerini, sözlerini ve genel ifadem kontrollü bir şekilde Y lanabilmeyi öğrenmelisin.

Normalde sinirlenilmesi gereken bir durumda (elbette senin açından “çok da tın”) sinirli gözükmek için hein®n zihnindeki “çok sinirli maskeler” rafından durumun S1 detine uygun bir maske çıkarıp etrafa poz vermeye b^ ’ malısın. İşin bittiğinde bu defa başka bir raftan, bamb;1^ a bir maske çıkaracaksm.

Başrolünde Leonardo Di Caprio’nun oynadığı BaşlanŞlf (Inceptiotı) filminde, hikâyenin kahramanları rüya içerısm de rüya görüyorlar, o rüya içinde bir rüya daha, bir fuya daha derken katman katman rüyalardan gerçek dün^3^3 dönmeye çalışıyorlardı. İyi ama gerçek dünya hangisi1/

Ya tamamen uyandık dedikleri seviyede aslında hâla bir alt katmanda ve rüyada idiyseler? Filmde gerçek ile rüya arasındaki farkı yitirip benliklerini kaybeden bu adamların hikâyelerini seyretmiştik.

İşte sen de yüzüne maske üstüne maske takarak bir süre sonra özüne yabancılaşmış birine dönüşecek, bir gün banyodan çıktığında, aynada bornozuyla ve ıslak saçlarıyla sana bakan bir adam göreceksin. Biraz daha net görebilmek için aynadaki buharı ne kadar silersen sil, o görüntü yine de biraz bulanık kalacak.

Bulanıklığa sebep olan aynadaki buhar mı, yoksa artık sen kendi yüzünü mü unutmaya başladın?

Peki sen aradaki farkı anlayabilecek halde misin gerçekten?

Etiler’de lüks bir sitede oturmak için buna değer mi?

Senin cevabm belli zaten.

Devam edelim.

***

Bir beyaz yakalı, bir mavi yakalı ile sürtüşebilir. Bir beyaz yakalı, bir gri yakalı ile rekabet yaşayabilir. Ama bunlar sadece olasılıklardır.

Kesin olan tek şey varsa o da bir BeyazYalaka’nm diğer bir BeyazYalaka’nm daimi düşmanı olduğudur.

Şirket içinde çıkar amaçlı geçici gruplaşmalar ve birliktelikler yaşanabilir. Ama hiç merak etme; çıkarları için bugün bir arada olanlar, koşullar değişip menfaatleri farklı yönlere doğru gitmeye başladığı an derhal dağılırlar. Yeni cepheler oluşur ve yeni ittifaklar kurulurken, eskiden müttefik olanların birbirlerini -en belden aşağı yollarla-sattığım dahi görebilirsin.

Bir şirkette yeterince uzunca bir süre kalabilirsen, şirkette çalışan insanların faktöriyel sayısı kadar farklı gruplaşma ve kombinasyonun yaşandığını görürsün.

Ve hâlâ sen yanlarından geçerken susmaktadırlar.

Mutlu ol.

Bu, sen “bir şey” olduğun içindir. Biliyorlar ki sen gümbür gümbür geliyorsun. Her yemek masasının, her sigara molasının baş konularından biri sensin.

Hakkmda çıkacak her dedikoduyu, zirve yolunda uğradığın duraklarda sana ikram edilen plaketler gibi görmelisin. Nihayetinde kupayı kaldırmak için doğru yolda olduğunun en iyi göstergeleri, kazandığın düşmanlar ve aleyhinde çıkan dedikoduların sayısıdır.

Beyaz yakalının tanımında, “Beynini, fikri emeğini kiralayıp maaşla çalışan profesyonel, memur,” gibi bir ifade görürsün.

Palavra.

BeyazYalaka diye, kişiliğini satan adama denir.

Dedim ya, bu satırları okuyan her beyaz yakalı da kendini BeyazYalaka zannetmesin. Kastettiğimiz BeyazYalaka, gözünü en tepelere dikmiş adamdır. Bu yolda her yolu mubah sayan, her türlü sinsiliği benimseyip her şeyi yapabilecek hale gelen yılanlardan bahsediyoruz.

BeyazYalaka’ların tümü, kendilerinin şirkete çok önemli ve eşsiz katkılar yaptıklarını düşünürler. Buradaki anahtar kelime “eşsiz”dir. Kimse o işi onlardan iyi yapamaz, bir gün onlar giderse kaybeden kendileri değil firma olacaktır; kafaları bu şekilde çalışır.

BeyazYalaka’lar, genelde şehrin modern gettoları sayılabilecek, dört odadan stüdyo daireye kadar seçenekleri olan kapalı devre sitelerde, yine kendileri gibi BeyazYa-laka’larla beraber yaşarlar. İhtiyaca göre havuzu, spor salonu, çocuk parkı, marketi, bankamatiği, terzisi, kuaförü içinde, tel örgülerle desteklenmiş duvarlarla çevrili siteler içerisinde kurulmuş ve varoş mahallelerden izole edilmiş, kapılarına birkaç güvenlik görevlisi dikilmiş steril yaşam alanlarıdır bu gettolar.

Aynen senin varlık nedenin gibi hırslı dostum, yaşadığın yer de tamamen fonksiyonel olmalıdır.

Dünyada Türkiye’ye has bir model olan bu yeni site düzeni için Türk inşaat sektörünü tebrik etmek gerekir. Gerçekten takdire şayan bir koku alma yeteneğiyle ihtiyacı belirlemiş ve talebe uygun arzı hemen tüketiciye sunu-vermişlerdir.

İşte girişimcilik diye buna derim ben!

TV kanallarında bu sektörün en büyük oyuncularmdan birini, günümüzün çakma Sakıp Ağa’sını, kendi şirketinin reklamında oynarken görürsün. Medyada çokça tartışılan yeni’sitesinin reklamıydı oynadığı, “yok efendim ağaçlar kesilecekmişmiş” gündemlerinden hatırlarsın sanırım.

Adam sanki yanında çalışanların her Allah’ın günü arkasından atıp tuttuklarını biliyormuş gibi (ki bildiğine veya tahmin ettiğine eminim), reklamda ne yaptı hatırlarsın: Yanında çalışan mimar ve mühendislerin -yani senin gibi beyaz yakalıların- yaptığı onlarca projeye şamarı bastı ve “Beni anlamıyorsunuz,” diyerek fırlattı yerlere.

Reklamın sonunda ise çakma Sakıp Ağamızın mavi yakalı işçilerini arkasına dizerek onlarla kucaklaştığını, hep beraber sevinç içerisinde havaya baret ve şapka fırlattıklarını seyrettik.

Çok ilginç değil mi?

Oysa ki o evleri senin gibi beyaz yakalılara satacak!

Hedef kitlesi sensin! Sen!

Kafan mı karıştı? Gel durumu özetleyelim…

Adam büyük bir şirketin patronu. Şirketin hedef müşteri kitlesi beyaz yakalılar. Reklamlarda bizzat patronun kendisi oynuyor ve beyaz yakalılara şamarı basıyor!

Kendisi için çalışan tıpkı senin gibi beyaz yakalıları dinlemeyip tamamen kendi kafasındakini, egosunun istediğini gerçekleştiriyor ve bunu da reklamın sonunda mavi yakalılarla omuz omuza kutluyor.

“îyi ki seni dinlememişim. Çünkü sen beni anlamıyorsun, beni sadece bu işçi kardeşlerim anlıyor,” diye bağırıyor adeta.

Sonunda ne oluyor? Sonunda henüz çivi çakılmamış olan bu araziye yapmayı planladığı, yıllar sonra tamamlanacak sitenin evlerini, satışa çıkardığı ilk beş gün içinde satıyor.

Alan kim?

Holding patronları mı?

Mavi yakalı fabrika işçileri mi?

Hayır.

Beyaz yakalılar.

Buyrun size beyinleri zonklatacak bir denklem.

Öğle tatilinde bu inşaat şirketinin saüş ofisine giden, pazarlık edip ön ödemeyi yatıran onlarca mesai arkadaşım oldu o dönem. Birkaç gün sonra evde Fenerbahçe’nin Avrupa Kupası maçmı biralarımız eşliğinde seyrederken, devre arasında TV’de beliren bu reklamda biz beyaz yakalıları aşağıladığı için adama söven de yine onlardı.

Yine gözlerim kararıyor…

Ben Bruce YVillis’in ölesiye dayak yemiş, kan revan içindeki suratıyla hâlâ gülümseyen haliyim. Ağzımda bir sigarayla, beni döven adamlara ortaparmağımı gösteriyorum.

Kendime geliyorum…

Uluorta patronlarından şamar yiyen bu adamlarla bilinçaltında müthiş bir empati kurarsın: Orada o tokadı o proje ruloları değil, yanında çalışan beyaz yakalı yöneticileri yemiştir, bunu o adam da bilir, sen de bal gibi bilirsin ve bu seni öfkelendirir. Öfkeni de adamı kıyasıya eleştirerek çıkarırsın. Spor arabasıyla, konuşmasıyla, görgüsüzlüğüyle, kılık kıyafetiyle alabildiğine dalga geçersin.

Ama yine aynı sen, yükseklere doğru adım adım, hatta mümkünse dev sıçramalarla tırmanmayı kafana koymuş olan sen, bugün telefonun çalsa ve bu adamın şirketinden 10.000 dolar maaşla işe alındığın haberini işitsen, sevinçle hemen anneni, teyzeni falan arar, vakit kaybetmeden internetten yeni model arabaların fiyatlarını araştırmaya başlarsın.

İşte bu yüzden adamm yaptığı her şey sana batmaktadır. Aslmda bilinçaltında yerden yere vurduğun kişi, bu adamların yanında çalıştığın için bizzat kendinsindir. Ve o da büyük bir filozof gibi bunu sezdiği için o proje tomarlarını yerlere çarparak, “Herkes haddini rütbesini, yerini yurdunu bilecek arkadaş!” demektedir.

Hani sana demiştim ya, mavi yakalı kendini ezene itaat eder, korkuyla terbiye edene saygı gösterir diye, demek ki bu senin gibi hayalleri büyük, hedefleri yüksek bir Beyaz-Yalaka için de geçerliymiş bak. Seni insan yerine koyup fikrini alanlara değil, tebaa yerine koyup güdenlere meyletmen de bu yüzden olmasın sakın? Stockholm Sendro-mu?

Hem adamı neden eleştiriyorsun ki arkadaşım?

Şehrin her yeri ruhsuz betonarme sitelerle dolmuşmuş. Böylesine muhteşem bir şehirde, şehirle iç içe, doğayla iç içe, tarihle, kültür ve sanatla iç içe yaşamak varken, bir banliyöye, üstelik devletin de destek ve teşvikiyle bu burgu burgu, sıra sıra beton kazık gibi kuleleri diken adamlar şehre, doğaya ve estetik tüm değerlere ihanet ediyormuş-muş.

Geç bunları dostum! Sen de aslında çok iyi biliyorsun bu homurdanmalarının gerçek nedenini…

Tek kelimeyle kıskançlık!

Dünyanın en güzel kentlerine bak.

Roma…

Halk için ve halk tarafından mı inşa edilmiştir?

Mimari olarak olağanüstü güzellikte eserlere sahip olduğu, bütün olarak da uyumlu ve estetik değeri yüksek bir şehir dokusuna sahip olduğu su götürmez bir gerçektir. Ancak bu şehir, içinde barındırdığı insanların, yani halkm ihtiyaç ve istekleri doğrultusunda doğal olarak mı şekillenmiştir?

Hayır.

Roma’yı inşa edenler, büyük imparatorluklarının görkeminin bir nişanesi olarak, belki de bir meydan okuma olarak tasarlamışlardır bu kenti. O dönemlerde halkın çoğunluğunun sersefil ve aç olduğu, üretimin olmadığı bir kentte bu kadar altın varaklı, mermer sütunlu ve ihtişamlı eserlerin olmasının tek nedeni budur.

Paris…

Halk için ve halk tarafından mı inşa edilmiştir?

Hayır.

Ferah ve geniş bulvarları ve özgün mimarisiyle hayranlık uyandıran, hatta biz beyaz yakalılara göre oldukça “seksi” sayılan bir kenttir. Gidenlerimiz kendilerini ayrıcalıklı hissederler. Oysa yılda bilmem kaç milyon insanın 300 avroya 4 gece geçirebildiği bir seyahati tanımlayacak belki de son kelime “ayrıcalıklı” olmaktır.

Peki bu kent, doğal olarak, içinde yaşayan insanlar tarafından yıllar içinde oluşan ihtiyaç ve zorunluluklara göre mi şekillenmiş ve imar edilmiştir?

Hayır.

Paris’i inşa eden hükümdar, herkesçe malum olan bir nedenle, yani halkın içindeki başıbozuk takımını ve anarşi yaratanları daha kolay tepeleyebilmek için geniş bulvarlar ve köşeli, paralel bir mimariyle tasarlamıştır bu kenti.

Kiev’i, Moskova’sı, St. Petersburg’u ve eski tabirle Düvel-i Muazzama, günümüz Türkçesiyle “Büyük Devletler”in bütün başkentleri ve önemli kentleri böyle tasarım şehirlerdir.

Üstten bir otorite tarafından dizayn edilmiş ve kesinlikle kaderine terk edilmemişlerdir.

Belirli bir amaçla, belirli bir mimari üslupla ve belirli mimarlar tarafından ele alınmış, Tanrısal bir şımarıklıkla “tasarlanmışlardır.”.

Hepsini geç, kent tarihi çok eskilere dayanmakla birlikte siyasi geçmişi bu saydığımız kentler kadar eski olmayan başkentimiz Ankara bile kurucu iradenin vizyon ve zevkiyle, çoğunluğu soykırımdan kaçan Yahudi asıllı Alman mimarlar tarafından tasarlanmıştır.

Hangi meydan nerede başlayıp nerede bitecek, insanlar özel günlerde hangi alanlarda miting yapacak, hangi ağacın gölgesinde serinleyecek, serinlerken hangi heykele bakacak… Hepsi bir bir, özenle ele alınmış ve üzerinde kafa yorulmuştur tasarım kentler için.

İşte bu nedenledir orijinal halini koruyabilen her kentin böylesine estetik ve masalsı oluşu. Şimdi ruhsuz paket turlarla ne kadar görgüsüz tip varsa soluğu bu kentlerde alıyor. Bu şehirlerin kendileri bizatihi birer “eser”dir çünkü.

Bu tepeden inme tavırla halkın nerede, ne zaman, ne şekilde yaşayacağına karar veren yönetim modeli, özellikle 1970’lerden sonra nüfusu büyük şehirlere toplayan iç göç ve beraberinde getirdiği “en dar alana en fazla insan”

mantığındaki mimari anlayışla yerle yeksan edilmiş ve bugünkü İstanbul’umuzun enfes (!) güzellikleri oluşmuştur.

İstanbul halka rağmen, halk için, halk tarafından bir gecekondu ve arabesk kültürüyle her gün yeniden yıkılıp yapılmaktadır ve bu açıdan dünyanın en demokrat, en halka inmiş ve halkıyla en çok bütünleşmiş şehridir.

İstanbul halktır, İstanbul aynı zamanda Hulk’tır.

Hani şu sinirlendiğinde bir anda büyümeye başlayan, saniyeler içerisinde üzerindeki kıyafetleri yırtık pırtık, kısacık birer paçavra haline getirecek devasalıkta bir “şeye” dönüşen yeşil ucube!

Sana bu satırları bir İstanbul gettosunun havuz başından, buzlu çayımı yudumlarken yazıyorum. Sen hiç bunları düşünüp kendini üzme genç dostum: Hiçbir şey kaçırmadın. Önümdeki gazetede yüzlerce getto ilanı var. Hepsi yüzde 1 faizle, çok avantajlı koşullarla ve yüzlerce ay taksitlendirilmiş.

Birbirinin aynısı onlarca bloktan oluşan bu sitelerde “ayrıcalıklı,” elit bir yaşam…

Tıpkı bir BeyazYalaka’nın kendisi gibi, “ayrıcalıklı.”

Peh…

Hemen hemen tüm BeyazYalaka’lar benzer kolejlerden, benzer üniversitelerden mezun olmuş, benzer ailelerin çocuklarıdır. Oysa hepsi kendisini diğerlerinden farklı ve özel zannetmektedir.

Ulan hiç mi kafanız yok!

Einstein ne demiş:

“Aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar beklemek ahmaklıktır.”

Sistem kocaman bir üzüm bağı: Aynı kökten, aynı su ve hormonlarla büyütülen, genleri ayarlandığı için aynı boy, aynı çap, aynı renk ve hatta aynı tatta yüzlerce üzümün yer aldığı bir üzüm bağı.

Hepsi aynı…

Bunu sana ben söyledim diye de bozulma o zaman: Sen de onlar gibisin.

Hepiniz aynısınız. Okuduğunuz kitaplar, yaşadığınız gettolar, gittiğiniz restoranlar aynı. Alışveriş yaptığınız AVM’ler aynı.

Giydiğiniz takım elbiseden, kıyafetten yüz binlerce adet üretiliyor. Gözünüzdeki güneş gözlüğü aynı marka. Her şey aynıyken, iş yapma şekliniz de aynı. Bu yüzden kasınmalara, böbürlenmelere gerek yok hırslı dostum: Bir anda ortalıktan silinsen, kimse arkandan vah vah, demez. Gittiğin dakika yerin doldurulur. Çünkü aslolan şirketin kendisidir.

Zaten iyi bir firmada çalışıyorsan, büyük ihtimalle firmanın ürünleri de iyidir. Senin yılda 100 bin adet olarak gerçekleşen satışını bir başkası gelip 400 bin yapıyorsa, bu bir başarıdır. Ama genelde yerine geldiğin ve bir gün senin yerine gelecek beyaz yakalının da erişeceği rakam 95 bin veya 105 bin gibi dar bir aralıkta gerçekleşecektir.

Çünkü aslolan sen değilsin, o değil, kimse değil.

Aslolan üründür, hizmettir.

Elinde zamanı durdurabileceğin bir kumanda olduğunu düşle. Çalıştığın şirkette bu kumandanın “pause” tuşuna bas. Her şey donsun. Zaman donsun, insanlar o anda ne yapıyorlarsa o şekilde kalsınlar. Ve aralarında dolaş. Yaptıkları işlere, monitörlerine, klavyenin yanma gizledikleri iPhone’larından takip ettikleri Twitter hesaplarına bak. Hepsi birbirinin aynısı, copy-paste insanlar gibi gözükecekler sana. Herhangi birini o an yok et ve kumandandaki “play” tuşuna bas.

Büyük olasılıkla şirketin gidişatında çok önemli bir eksiklik hissedilmeyecek veya herhangi bir eksiklik, o veya bu şekilde telafi edilebilir nitelikte olacaktır.

Böyle bir şirkette bu tip insanların birçoğunu kumanda aletinle yok edip yerlerine birer kutu kurabiye koysan da şirket açısından sonuç fazlaca değişmez.

Kafayı çalıştır! Zannettiğin kadar farklı bir adam olsan, bu şirkette memur olur muydun?

İmaj ve dış görüntüden bahsederken sana bir tavsiyede bulunmuştum, “Daima pahalı aksesuarlar kullan,” diye. Cep telefonun, kol saatin ve kapitalizmin sana dayattığı ne kadar hırdavat varsa hepsinin en “pahalı”sım alacaksın. En iyisini değil. Bu ikisi çoğu zaman oldukça farklı şeylerdir, aman dikkat et-

Bir Beyaz Yalaka kendine her zaman bu şekilde davranmalıdır. Patronun, genel müdürün ne giyerse onu giymeli, hangi restorana takılırsa oraya takılmalı, kol saatin, cep telefonun, hatta araban bile bu adamlarınkinden veya ona yakın bir şeyler olmalıdır.

Her BeyazYalaka bir gün patronu gibi olmak ister. Çünkü sıkıldığı an işi gücü bırakıp tatile gidebilen adamdır patron. Sabah istediği saatte gelen, öğleden sonra kafasına göre çıkıp gidebilen adamdır patron. İstediği kadınla beraber olmasına yetecek kadar parası olan adamdır o. Patron, her telefonun en yeni modelini alıp, kırdığında da zerrece üzülmeyen adamdır. En şık arabaya binen odur, sevgilisine, karısına en güzel arabaları alan, binlerce dolarlık residence’larda oturan, villası, katı, yatı olan veya onları istediği anda alabilen hep odur.

Her BeyazYalaka’nın düzen içerisindeki yerini almasını sağlayan da bu histir işte: Bir gün patronu gibi olma umudu.

Dikkat et: Biraz birikim yapan tüm BeyazYalaka’lar ya ikinci el veya sıfır, ama en basic model olan bir BMW alırlar. Patronu 7.35 BMVV’ye binen bir BeyazYalaka’nın genelde bir BMW 3 serisi alması tesadüf değildir. İmrenmedir.

İmrenmek.

İnkâr etme, imreniyorsun. Sen de istiyorsun!

Zaten imrendiğin için bu yola çıktın.

Bu ayıp değil.

İmren! İste!

Tanrı nedense bir hata yapıp tüm parayı bu hımbıl patronuna vermiş. Hakkın olanı al ondan. O para sende olsa, onun şimdi oturduğu o aptal evde değil çok daha iyi bir evde otururdun sen. O para sende olsa, çok daha başka bir araba alırdın muhakkak. Ve o iki paralık fahişeyle takılmaz, o maymun gibi kadınla evli kalmazdm.

Tüm BeyazYalaka’lar böyle düşünürler.

Utanma, yalnız değilsin.

Her şeyin en iyisini sen bilirsin ve patron bir boktan anlamaz. Tek sorun, onun parasının olmasıdır.

Büyükler der ki, “Kimi bilemez, kimi yapamaz.” Patronun ise hem bilemez hem de yapmaya kültürü, görgüsü yetmez.

Hadi ordan!

Patronunla karşılaştığında büyük bir yalakalıkla ne derse tasdik eden sen, o arkasını dönüp gittiği anda büyük bir hırs ve hasetle adama saldırıp yerden yere vuran yine sen.

Genç bir beyaz yakalı olduğum yıllardı. Patronun odasında, o gün yapacağı bir sunum için bilgisayarını projeksiyon cihazma bağlamasma yardım ediyordum. Bir gün önce tüm beyaz yakalı çalışanlarının yıllık izin haklarmı iptal eden, bunu da patronun emriyle yaptığı yalanını atan sevgili direktörümüz odaya girdi. Ben L şeklindeki büyük odanın bir köşesinde olduğumdan beni görmemişti. Patronun masasının yanında eğilip bükülerek çıkacağı tatil için kendine izin koparmaya çalışıyordu.

Bir gün önce çalışanlarını hiç düşünmeden satan o adamı, bir gün sonra yıllık izin için yaranmaya çalıştığı o anlarda seyretmeliydin. Çalışanları arasında “adam gibi adam” havalarında gezen, “yeri gelir masaya yumruğu vururum” triplerinde, olabilecek tüm “erkeklik” hallerini taslayan o adam, bir haftalık izin için patronun karşısında şekilden şekle giriyor, ağız büze büze adeta yalvarıyordu.

Ben hayatımda bundan daha zavallıca bir manzara, bundan daha aşağı bir yaltaklanma, bundan daha “erkeklikten” uzak bir görüntü görmemiştim.

Hem patronun gibi olmak isteyeceksin hem de adamın yanında balmumu gibi eriyeceksin.

Olacak iş mi!

Bir BeyazYalaka’nın en büyük rüyası, bir gün o her dakika arkasından atıp küçümsediği yöneticisi veya patronu gibi olmaktır. Şu anda öyle olamadığından, hiç değilse öyle hissetmek ister. Pahalı aksesuarlar onlara kendilerini böyle hissettirdiği için de lüks tüketime düşkündürler.

İşte bu yüzden, taklit edilmek istemeyen zengin bir patronun yapabileceği en iyi şey, asla markalı ve lüks ürünler kullanmamaktır. Böylece kimsenin parayı bastırıp onu taklit etme şansı bile olmaz.

Zaten zenginlikte öyle yukarı seviyeler vardır ki, bir yerden sonra asla marka ve lüks söz konusu edilmez. Oralarda artık başka şeyler konuşulur: eşsiz yağlıboya tablolar, nadir bulunan antika parçalar ve çok özel koleksiyonlar.

Sadece zenginliğin yetmeyeceği, çok paranın yanında yüksek bir kültür -veya en azından kültürlü sanat danışmanları tutacak bir vizyon- gerektiren, tam anlamıyla burjuva harcamalarından bahsediyorum.

Mercedes’e binen bir patronu, en azından ikinci el bir Mercedes alıp taklit edebilirsin. Evine iki milyon dolara Picasso tablosu alan patronu taklit et bakalım!

Peki, patronun bunu gerçek bir sanat sevgisiyle mi yapar?

Tabii ki hayır!

Patron her zaman patrondur.

Her zaman, her koşulda olaya menfaati açısından bakar. Bir gün iflas ederse ne olur? E, ilk başta o Picasso tablosunu satar elbette. Neticede bu tür eserler anında nakde çevrilebilecek çekler gibidir. Adamın derdi sanat değil, yatırımdır.

Bu resmi alarak hem çok iyi bir yatırım yapmıştır (bu tür eserler her zaman alındığı fiyatın üzerine satılan ve değerleri her geçen gün artan eserlerdir) hem de sanatsever ayaklarına yatıp etrafa caka satmıştır.

Vay çakal vay!

Ne yani, iki milyon dolar verip sanatçı yetiştirebilmek için konservatuvar mı açacaktı adam?

Atsa atamaz, satsa satamaz.

Ancak için rahat olsun, neticede ilk etapta senin hedefin o seviyeler değil. O yüzden çapı o seviyelere göre daha dar olan kendi patronunu, pahalı ve markalı ürünler tercih ederek rahatlıkla taklit edebilirsin.

Satın al, çalış ve parasım öde.

Sonra daha iyisini satın al, daha çok çalış ve onun da parasını öde.

Tavşan kaç tazı tut: Kapitalizmin sonsuzluktan anladığı budur işte.

Aştığı her tepenin ardında bir yenisi belirsin. Tam, “İşte şimdi ulaştım,” dediği anda, başka bir tepe. Onu aşıp arkasındaki ışığa ulaşmaya çalışsm, ama daha yolu uzun!

O oraya doğru tırmanırken, biz de ona yeni spor ayakkabıları, pusulalar, tırmamşta müzik dinlemesi için mp3 çalarlar satalım.

Kıçı kırık bir beyaz yakalı, maaşıyla patronculuk oynayarak lüks tüketim manyağı olan bir çalışanın hali, kendi kuyruğunu yakalayabilmek için hızla kendi etrafında dönen bir köpeğin haline benzer. Köpeği o anda durdurup gözlerine bak. Gözbebekleri küçülmüş ve gözlerini kanlı bir beyazlık kaplamıştır. İnan bana karanlıkta o gözleri görsen korkarsın.

Kariyer yapmak dediğin rüyanın peşinde koşan bir Be-yazYalaka’nın ruhunu gösteren bir röntgen filmi çekme şansımız olsaydı, o filmde gözleri kan çanağı gibi olmuş ve kendinden geçmiş o köpeği olanca netliğiyle görürdün.

Filmlerde bilinçsizce kan ve et peşinde sürüler halinde yürüyen zombiler gibi: İttirirsin gitmez, ateş edersin ölmez, durdan, yapmadan anladığı da yok, bulduğunu ısırıp parçalıyor, o bitince kalkıp bir başka canlıya yöneliyor. Aslında bir aptallık da var tipinde. Tam bir şuursuz.

Olayların biraz dışma çıkıp oradan bakma fırsatı bulunca, tüm BeyazYalaka’lar olarak böyle gözüküyorsunuz işte hırs küpü dostum.

Ama olsun. Biz işimize bakalım.

Sonuçta zombiliği tedavi edelim diye değil, o zombile-rin lideri sen ol diye uğraşıyoruz burada.

Susalım ve yolumuza yeni bir sayfada devam edelim.

Biraz da şu patronları tanıyalım.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu